ülkemizin malum gündemi ve bir yazı..

Ülkemizin malum gündemi hakkında yazılmış bu yazıyı paylaşmak istedim:
Başörtüsü ve Provokasyonlar


Soru: Bir yandan, İlahiyatçı olsa da olmasa da, hemen herkes tesettürle alâkalı ahkâm kesiyor; diğer taraftan da, çarşaf yakma ve dinin esaslarına hakaret etme gibi provokasyonlarla ciddi gerginlikler çıkartılıyor. Mevcut tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu dönemi arızasız ve kayıpsız atlatabilmek için kimlerin ne gibi görevleri olduğunu düşünüyorsunuz?



Cevap: İşin doğrusu tesettür meselesi son zamanlarda bir yönüyle çok büyütüldü. Biraz da mesele politize edildi. Herkes için demiyorum. Politize edenler oldu. Bir yönüyle de mülahaza ayağa düşürülmek istendi. Kur’an’ın bir emri olması itibarıyla “ayağa düşürüldü” tabirini betahsis kullanmadım. Şimdiye kadar değişik şeyler hep böyle yapılmıştır. Bir bardak suda böyle fırtına koparılmıştır. İhtisas alanlarına saygısızlıktan kaynaklanan bir yanı var meselenin; bir de tesettür üzerinden politika yapma yanı var.
Bazı insanların ruhlarında dine karşı bir tavır olduğu gibi, Mefisto yanlısı kimseler Hazreti Adem zamanından günümüze kadar içlerinde din düşmanlığı yaşamışlar. Hakiki dindarın genel tavrını, olması gerekli olan tavrını ifade sadedinde diyebilirim ki; mü’minin kimse ile kavgası yoktur, olmaması lazımdır. Yani biz hakiki mü’min isek, gönüllerimizi Allah’a vermişsek; falan, falan türlü düşünür, filan, filan türlü düşünür.. kimse ile kavgamız olmamalı. Bilerek de kimseyle kavgamız olmamıştır ve inşaallah bundan sonra da kimseyle kavgamız olmaz. Ne var ki, en haşin, en hırçın, gemi azıya almış, bazen marjinalleştiklerinden dolayı, bazen de önünü alamadıkları ve fakat nefret ettikleri bir meselenin artık olur hale geldiğinden dolayı kinlerini ve nefretlerini hezeyan halinde ortaya koyan insanlar her zaman görülebilir. Hatta bazen muvakkat cinnet yaşayan, başkalarına hakk-ı hayat tanımayan ya da istemediği şeyler olunca “Canım gibi sevdiğim ülkemi, toprağımı terk eder, başka yere giderim” diyen ya da başkalarına sınır dışını gösteren kimseler olabilir. Bunlar cinnet seviyesine varan hezeyanın ifadesidir. İş, bu şekilde -bunlar tarafından olan yanıyla- ayağa düşünce, işin doğrusu böyle akl-ı selimle, hiss-i selimle, ruh-u selimle, fikr-i selimle, mantık-ı selimle meselenin içinden sıyrılmak da oldukça zor olur.
Şöyle yaklaşabilirsiniz: Bir oyun başta kurallarına göre oynanıyorsa, yine bir kuralla onun içinden sıyrılabilirsiniz. Fakat kuralsız oynanıyorsa bir oyun orada, onun içinden sıyrılmada zorlanırsınız. Mesela, sırtınızı dönüp “selam” deyip gittiğiniz zaman, en şiddetli harplerde bile “Karşı taraf, silm ü selâma, sulh ve barışa yönelirse, siz de yönelin ve Allah’a tevekkül edin!” (Enfâl, 8/61) diyor Kur’an-ı Kerim. Onlar eğer silm ü selâma dönerlerse, “biz artık kavga etmiyoruz” derlerse, siz onlar ile sarmaş olabilirsiniz -Bu benim lazım-ı manayı ifadem, harfî mana tercüme değil-. Fakat kuralsız oynuyorsanız, onlar dönmüşler gidecekleri yere gidiyorlar, siz arkadan onlara ok yağdırırsınız. Önlerini kesersiniz, başlarına gülle bomba yağdırırsınız. İşte bu kuralsızlıktır. Belli bir noktadan itibaren insanlar öyle bir hırçınlığa girerler ki, artık orada hiç kural yoktur, tabii mantık da yoktur. Yaptıklarında mantık da aramamak lazım. Dolayısıyla çok gülünç bir duruma düşebilirler. Evet, ben genel tablo adına beraat-ı istihlal nevinden aklıma gelen şeyleri arz ederken, bunlara imâ ve işarette bulundum.


Başörtüsü Dinin Açık Emridir
Tesettür Kur’an’ın emri. Kur’an’ın emri olduğunda bir şüphe yok. Mealler onu gösteriyor, tefsirler onu gösteriyor.
Bir de bazı meseleler var ki, onu uygulamak çok önemlidir. Mesela, şimdi “namaz öyle değildir de şöyledir” deseniz siz.. mesela nasıldır namaz? Bir kısım Şintoistlerin, Budistlerin yaptıkları gibi, önce böyle upuzun, yüzü koyun yere yatacaksınız, sonra kalkıp sağa sola iki tane tekme sallayacaksınız, bundan sonra kalkıp ellerinizi kaldıracaksınız, sonra ellerinizi birer şamar şeklinde suratınıza indireceksiniz falan… Birisi kalkıp böyle dese. Şimdi Kur’an-ı Kerim’de “namaz kıl” falan deniliyor da, o rükunlarıyla filan anlatılmıyor. Onu Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Cibril’in imameti ile tekmil ediyor. O, kendi firaseti ile yaptığı kadar yapıyor; fakat hiçbir meselede o meselenin erkanında, şeraitinde hatta huduunda, huşuunda, huzurunda bir kusur olmaması için, Cibril nasıl namaz kılıyorsa, tabir-i diğer ile, semada namaz ne ise; başka bir ifade ile, Allah nezdinde namaz denince onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesi neyse, Cibril Aleyhisselam kendi ruhunun enginliğiyle Efendimiz’in ruhunun enginliğine duyuracak şekilde o namazı öyle kıldırıyor. Bir keresinde vaktin evvelinde kıldırıyor, bir keresinde de sonunda.
Şimdi bu vicahî bir şey. Allah’ın o mevzudaki emirleri var. Tatbikat meselesine gelince Cenâb-ı Hak Efendimize hususi mahiyette talim ediyor onu. “Bunu böyle yap, şunu şöyle yap!” diyor. Ve Cibril’in imamlığı ile o meselenin pratiğini de gösteriyor. Biz o günden bu güne namazı hep böyle kılıyoruz. Şimdi kalkıp biraz evvel bahsettiğim tipte birisi yoga ve meditasyon türü hareketlerle Allah karşısında bir ibadetten bahsetse, hepiniz güler geçersiniz buna. Bu belli artık, Kur’an öyle emrediyor, Sahib-i Şeriat da böyle diyor. Oruç da öyledir, zekat da öyledir. O dönemde meseleler emredilmiş ve aynı zamanda uygulaması yapılmıştır. Emir buyurmuş, yapmışlar onu, öyle gelmiş; “tam doğru oldu” demiş. Öyle ki namaz emredildiği halde biri gelmiş namaz kılmış orada, gelmiş oturmuş huzur-u risalet penahide. Allah Rasûlü, ona “kalk namaz kıl” demiş, “sen namaz kılmadın.” Adam kalkmış bir daha kılmış. Buhari’de anlatılıyor; adam gelmiş bir daha oturmuş, Efendimiz “git namaz kıl, sen namaz kılmadın.” demiş. Adam şöyle böyle görmüş onu; kıyamı görmüş, rükuyu görmüş, kavmeyi görmüş, secdeyi görmüş, celseyi görmüş ama herhalde verip veriştiyor. Aradan sıyrılıp çıkıyor, arada geçiştiriyor namazı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ondan sonra talim buyuruyor. “Tekbir aldığın zaman şöyle yapacaksın.. ayakta şöyle duracaksın.. rükuda şöyle diyeceksin...” diyor. “Bir ferdin namazı ne ki!..” demiyor orada. O bir ferde namazını talim buyuruyor.
Efendimiz hayatı boyunca namaz kılmış, namaz farz olduktan sonra da on küsur sene namaz kılmış. On küsur sene millet onun arkasında namaz kılmış. Oruç da bir sene sonra farz olmuş Medine-i Münevvere’de, on sene millet, Efendimizle oruç tutmuş. Ve bu mesele yapıla yapıla herkes tarafından, çoluk çocuk tarafından da bilinir hale gelmiş. O günden bu güne de devam ediyor o. Hiç inkıta olmamış. Bazen namazı terk edenler olmuş, bazı ülkelerde terkedenlerin sayısı çokmuş. Fakat mescitlerin kapatıldığı, onların depo olduğu, hapishane yapıldığı dönemde bile millet yine mescidin damında, başka yerinde namaz kılmış. Dünyanın her yerinde o namaz Efendimiz döneminden günümüze kadar yapıldığı şekliyle hiç terk edilmemiş ve insanlar ondan hiçbir şeyi unutmamışlar. Bu böyle uygulana gelmiş. Oruç da öyle uygulana gelmiş, zekat da öyle uygulana gelmiş.
Tesettür mevzuuna gelince, o da öyle uygulana gelmiş daha o dönemden itibaren. Alın, bundan bin yüz sene evvel yazılan tefsir, -o da bin ikiyüz sene evvel yazılan insanlardan alıntılar yaparak- diyor ki: Devr-i risalet penahide meselenin şekli mevzuunda nüanslar var; çenenin altına şöyle mi getireceksin böyle mi getireceksin.. bir gözünü mü açık bırakacaksın, iki gözünü mü açık bırakacaksın... Bu türlü şeyler üzerinde çok küçük farklılıklar var; fakat tesettür meselesine gelince, başın kapanmasına gelince bu devr-i risalet penahiden günümüze kadar Kur’an-ı Kerim’in emrine uyularak uygulana gelen şekliyle bu meselede hiç farklı bir mütâlaa ortaya konulmamıştır. “Mü’min kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle! Yine söyle ki mecburen görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerini kapatacak şekilde örtsünler.” (Nur, 24/31) ayetinin tefsiri üzerinde Sahabe durmuş, Tabiin durmuş, Tebe-i tabiin durmuş. Köylüsü kentlisi ile meselenin şeklinde belki uğraşmışlar onun. Daha rahat çalışma, sıkılmama, biraz daha güneşten korunma mevzuunda belki farklı örtüler kullanmış olabilirler, omuzlarına sarkıtmış olabilirler; fakat temel tesettürde, başın kapanması mevzuunda, gerdanın kapanması mevzuunda bu tâ o günden bu güne kullanıla gelen şekildir.


Fantastik ve Garezkâr Muhalefetin Bir Değeri Yoktur
Günümüzde bir kısım kimselere şirin gözükmek için şimdiye kadar hep fantastik düşüncelerle kendisini ifade etmeye çalışmış birkaç insan bu mevzuda muhalif olabilir. Kendilerini ifade için başka faktör olmadığından dolayı biraz farklılıkla kendilerini ifadeye yeltenme gibi bir zaaf, bir boşluk, bir lüks ibtilası denilebilir bunlarınkine. Bir iki tanedir bunlar, şirzime-i kalîl. Bunların bu mevzuda “vardır, yoktur” gibi iddiaları olmuş. Bu, bugüne kadar olan o İslam ulemasının ortaya koyduğu müktesebat-ı ilmiyeyi görmezlikten gelme körlüğüdür.
Hele bazı şeyler var ki... Mesela; gûya başörtülüler saçları yemeklerin içine düşmesin diye saçlarını kapamışlar... Belli bir seviyeye gelmiş insanların bu türlü şeyleri söylemeleri, -bakın bilmeme ayrı bir meseledir de- o kadar komik ki; ne zaman bu mesele mevzubahis olduysa, herkesin güldüğünü gördüm. Bu, o insanı sahnede farzetme gibi görmeden kaynaklanıyor.. yazık değil mi o makama, o payeye!.. Millet sana imkan vermiş; belli yere yükselmiş, belli payeleri, belli seviyeleri ihraz etmişsin. İşin aslını faslını bilmeden, böyle ulu orta konuşulacak bir mevzu değil ki bu.
Senin alanın herkesin anlayabileceği bir alandır. Ben iki senelik o mevzudaki müktesabatımla seninle bazı meselelerin münakaşalarını yapabilirim, kendi alanında. Fakat sen bu mevzuyla alakalı Kur’anın muhtevasını baştan sona kadar bilmiyorsan.. o mevzu ile alakalı tâ Sahabe döneminde, Tabiin döneminde ortaya konulmuş peygamber telakkisi nedir bilmiyorsan.. böyle bir haldeyken yine de o meselede söz söylersen, sana cin de güler, şeytan da güler, ifrit de, köydeki çoban da güler. A be birader, sen o payenle, o mansıbınla, o makamınla; müdhike olmak için o mertebelere gelmedin ki. Ayıptır bu...
Mesela, birisi kalkıp diyor ki, “İran’daki devrim olacağı ana kadar böyle bir şey yoktu. Ondan sonra buraya geldi.” Yahu insaf eder insan. Sen hiç neneni görmedin mi, nenenin anasını görmedin mi? Bu millet dünden bugüne başına örtüler örtüyordu. Siz adını değiştiriyorsunuz “örtü” diyorsunuz, “türban” diyorsunuz, falan filan diyorsunuz. Şimdi örtüye türban deniliyor, o da ayrı bir mesele. Terminolojideki hata, nüansları görememe; o da ayrı bir körlük. Yok İran’dan gelmiş bir meseleymiş!.. Yahu İran’dan, Turan’dan gelmedi; Senin anan, nenen, nenenin nenesi… Onlar tâ kadimden bu yana böyle başlarını örtüyorlardı. Sonra bu bize münhasır da değil. Yahudiler de öyle yapıyorlardı, Hristiyanlar da öyle yapıyorlardı. Bu da, bazılarının iddia ettiği gibi, başörtüsünün bize Yahudilerden ve Hristiyanlardan geçtiği manasına gelmez. Tam tersine, her İlâhî Din’de, her peygamberin tebliğinde başörtüsünün yer aldığını gösterir. Fakat öyle bir cehl-i mük’ap yaşanıyor ki; Kapadokya’da, bazı ülkelerde... Falan yerden gelmiş, filan yerden gelmiş, bunlar çok ayıp şeylerdir. En azından bunları söylememek lazım. Şöyle yiğitçe çıkıp deseler ki, “Bu Kur’an’ın emri bile olsa, Peygamber bile uygulasa, ben inançsız olduğumdan dolayı bunu kabul etmiyorum!..” Bu yiğitçe bir şey olur. Ve bunlar yiğitçe Cehenneme mi giderler Allah’ın affına mı mazhar olurlar bilemeyiz; Allah’ın bileceği şeydir o mevzu. Karşılığında da Allah’ın Âhiret’te kendilerine yapacağı muameleye katlanırlar.


Cehaletin Böylesi...
Bir diğer mesele, bir tanesi de kalkıp icabında diyor ki; “Türban şehadet kelimesinin yerine konuldu!” Hiçbir Müslüman onu öyle kabul etmez. Ben bir siyasi partinin avukatı değilim; öyle bir mülahazada da bulunmam. Fakat bu türlü meselelerde konuşurken, insanlar bir gün yine yüz yüze geleceklerini hesaba katararak üsluplarına çok dikkat etmeliler, bütün bütün köprüleri yıkmamalılar, dikkatsiz ve temkinsiz konuşmamalılar. Çok basit bir Müslüman bile hiçbir zaman başörtüsünü kelime-i şehadetin yerine koymaz. Kelime-i şehadet imanın -eski ifadesiyle- rükn-ü aslîsidir; olmazsa olmaz rüknüdür. Allah’a yakın olma, Cennete girme, ebedî saadete mazhar olma meselesi o mübarek kelimeye bağlanmıştır. Kelime-i şehadet, “Lâ ilâhe illallah” ve onun rükn-ü mütemmimi “Muhammedün Rasûlullah”tır (sallallahu aleyhi ve sellem). Şimdi bu kelime öyle büyük bir kelimedir ki, imanın içinde diğer beş tane rükün daha var, bunlar peygamberlere iman etme, kitaplara iman etme, meleklere iman etme, kadere iman etme, öldükten sonra dirilmeye iman etme. Bunlar çok önemli şeylerdir, bunları inkar eden de dinden çıkar; fakat, hiçbiri bu rükn-ü aslînin yerinin tutmaz, bu bir esastır. İnsanın şöyle-böyle bir kuşkusu olabilir, bir tereddüdü olabilir, Allah izale etsin, saf itikada ulaştırsın. Fakat, bunların bütünü bir araya gelse, o kelime-i şehadetin yerini tutmaz. Kaldı ki, o başörtüsü dediğimiz mesele İslam’ın o beş esası içinde de yok. Bu muamelat kısmında bir şey, ayrı bir farz. Allah ona “farz” demiş, ayrı bir farz.
Bu açıdan da burada bir hususu belirtmek lazım: Bir insan başı açık gezdiğinden dolayı küfre girmez. Zaten, hiç kimse “küfre girer” demedi, hiç kimse de demez, akîdemiz odur bizim. “Başı açık gezdiğinden dolayı bir insan kafir olur” dendiğini hiç duydunuz mu? Çarşıda, pazarda, sokakta, mecmuada, gazetede, “başı açık gezen kafir oldu” dendiğine şahit oldunuz mu? Kur’anın bir emrini yerine getirmeme başkadır, Kur’anı, Kur’ana ait bir hükmü, Kur’ana ait bir ayeti inkar etme ayrı bir meseledir. “Kur’anın şu ayetini kabul etmiyorum” diyen küfre girer, dinden çıkar; girerse girer, çıkarsa çıkar; bizi alakadar etmez.. bu, onun tercihidir. Laiklik var, demokrasi var, hürriyet var, düşünce hürriyeti var, inanç hürriyeti var. İnsan ne isterse onu olsun; buna kimse bir şey demez. Fakat, “Başı açık gezen kafir olur” diyen de duymadık biz. Çünkü dinde yok öyle bir hüküm.
Ebu Hanife Fıkh-ı Ekber’inde tâ o dönem itibarıyla, bu türlü mesaili cem ederken günah-ı kebairi işleyen, oruç tutmayan, namaz kılmayan bir insan diyor ki “İn şâe afâ ve in şâe azzebe - Allah dilerse affeder, dilerse de azap eder!” İmandan sonra en önemli bir rükündür namaz; “Namaz kılmayanın hükmü merduttur.” demişler. Fakat, namaz kılmayan dahil buna veya şu günah-ı kebair işleyen de dahil... O türlü insanlar için diyor ki; “Allah dilerse bağışlar, dilerse cezalandırır.” Bu sözü Ebu Hanife kendine ait bir cüret, bir cesaretle söylemiyor, Efendimizin hadis-i şerifinden alıyor bu meseleyi. Evet, Allah dilerse onu affeder dilerse azap eder, Allah’ın bilebileceği bir şeydir.. şimdi mü’minin akîdesi budur. Başı açık gezen kafir olmaz. Ama Kur’ana ait bir hükmü inkar eden, “Ben bunu kabul etmiyorum; delaleti ne olursa olsun, dâl bil ibaresiyle, dâl bil işaresiyle, dâl bil iktizasıyla, dâl bil iltizamıyla ben bunu kabul etmiyorum” diyen iman dairesinde kalamaz. Ona da kimse bir şey demez. Herkes istediği gibi düşünebilir, istediği gibi yaşayabilir. Şimdi burada da bir çarpıklık var.
Zannediyorum, az önce de değindiğim gibi, bütün bu tartışmalar alan ihlalinden kaynaklanıyor. Diğer meselelerde hep uzmanlık, ihtisas, araştırma bir esas. Mesela; birisi kalksa, benim gibi sıradan bir adam tıbba dair bir şey konuşsa; birisi “Midede şu var efendim” deyince, hemen ben kalksam yapıştırsam “Psikosomatik bir rahatsızlık, efendim; sizde çok kuvvetli bir sinir var, ondan dolayı mideniz durmadan asit ifraz ediyor.” desem. Şimdi basit bir mesele. Halka da mal olmuş bir şey bu, herkes kullanıyor bunu. Öyle bir meselede bile bir gastroantrolog kalkıp bana demez mi “Yahu haddini bil biraz! Molla... Sen medresede yetişmiş bir adamsın, -bu cami imamı meselesi değil ki- caminin penceresinde aram eden insan biraz haddini bilmeli.” Der mi demez mi? Ben kalksam, böyle “Şu Kuzey Irak’ta bombalamalar yapılıyor, orada da şöyle değil de böyle bir strateji olması lazım; mağaralar arkadan değil de önden falan olmalı” desem... Kaldı ki, bu büyük ölçüde hemen herkesin aklının erebileceği türden bir şeydir. Altında uçağın var, onların göstergeleri var, görüyorsun onu; fotoğraflarını bile alıyorsun onların, elinde harita da var ve sonra sana istihbari bilgiler de veriliyor... Bunca sana yardımcı olabilecek argümanlar ile beraber böyle bir şey yapıyorsun. Böyle sıradan insanlar, o işin azıcığını yapmış insanlar bile bu mevzuda bir şey söyleyebilirler. Fakat, yine de o konuda uzman olmayanların konuşmaları kıymetsiz ve yakışıksız sayılır.
İşte, din de bir uzmanlık mevzuudur. Sen Kur’anı bilmiyorsan, Sünneti bilmiyorsan, hatta temelde bunları inkar ediyorsan, “Edille-i şeriye kaçtır?” diye sorulsa.. hani bir lahikada geçtiği gibi; adam diyor ki, “Kur’anın 140 küsur suresi falan...” Şimdi bu mantığa pes yani. Allah’ın Kitabının içinde kaç tane sure olduğunu bilmiyor; ama kalkıyor, bağışlayın, halk ifadesiyle adam ahkam kesiyor. Canım, başka meselelerde “ayıp” diyorsunuz da, bu meselede bize de “ayıptır” demek düşmez mi? Ayıp ediyorsunuz bu mevzuda.
Evet, bir de meselenin böyle bir yanı var. Öyle ayıplar yapılıyor ki, ulu orta herkes konuşuyor. Yahu sen profesör olabilirsin. Ama Kur’an mevzuunda, din mevzuunda ihtisasın yoksa, senin adın o mevzuda cahildir. Senin sahanda, fiziğinde, kimyanda, matematiğinde, astrofiziğinde, jeolojinde, antropolojinde ben kalkıp bir şey iddia ettiğim zaman, bana “Sen sus be cahil!” der misin, demez misin? Sen bana bir hak veriyorsun; Allah aşkına, peygamber aşkına bilmiyorsan konuşma o mevzuda a be cahil!.. Bize de böyle demek düşer.
Çatışma Yangın Gibidir
Müsaadenizle meselenin bir buudunu daha ifade edeyim: Şimdi bu türlü meselelerde böyle ipleri çok germenin hiç yararı yok, faydası yok. Bazı kimseler usulüne göre konuşuyorlar, onları takdirle karşılıyorum. Fakat bazıları toplumu karşılıklı harbe sevk edecek şekilde böyle cidale, nifaka sebebiyet verme uslübuyla konuşuyorlar. Toplumu birbiriyle karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Çok doğru değil. Bunu tamir edemeyiz.
Cahiliye şairlerinden İmrü’ül-Kays’ın ifadesiyle, kavgayı arzu ettiğiniz yerde bitiremezsiniz, başlar ve bir daha durduramazsınız onu, yangını durduramadığınız gibi. Şimdi toplumda böyle bir kavga süreci başlatılmış gibi bir şey. İnsanlarda gerilim hasıl ediyorlar ve işi tabana düşürüyorlar. Meseleyi kitlelere mal etmeye çalışıyorlar. Yarın kitle psikolojisi ile sokaklara dökülecekler, toplantılar yapacaklar, farklı provokasyonlar olacak bu mevzuda. O yeniçerinin yer yer ayak-baş kaldırıp, kazan kaldırıp “istemezük” dedikleri gibi, böyle o yığınlar “istemezük” diyecekler hiç bilmedikleri şeylere.
Dün bir münasebetle arz ettim: Köroğlu derdest edilip götürülürken herkes sövüyor, sayıyor; bir de taş atıyorlar. Yaşlı bir kadının önünden geçerken, o da bir şeyler savuruyor, bir de taş atıyor. “Ana” diyorlar, “Sana ne yaptı bu?”; “Ne bileyim evladım” diyor, “Herkes yapıyor ben de yaptım.” Kitle psikolojisini, şaşkınca kitle psikolojisini ifade etme adına çok enfes bir yaklaşımdır bu.. ve bu her zaman oldu. Hiç bilmeden... Bazı kameralara düştü bu türlü meseleler. Gençler diyorlar ki: “Geldiler okula, bize çok önemli bir mesele olduğunu söylediler; “şöyle gelin” deyip bizi topladılar, getirdiler; şu sloganları verdiler, burada şunları bize söylettiler.” Her zaman olabilir bunlar. Buna şirretlik denir.. buna toplumu birbirine düşürme denir.. buna o toplumun gelişmesini engelleme denir.. buna istikrarı baltalama denir.. buna Türk toplumu gibi müstesna bir toplumun dünyadaki itibarını darbeleme denir.. Avrupa Birliğine girme sürecinde o sürecin önünü tıkama denir... Orta Doğu’da bir şuuraltı müktesebatımız var, herkes gözümüzün içine bakıyor; bu müktesabatı onların kortekslerinde yakma yıkma denir buna.. buna düpedüz tahribat denir, cinnet denir...
Bu açıdan, bu mevzuda üsluba çok dikkat etmek lazım. Herkesin dikkat etmesi lazım. Bu meseleyi pozitif olarak ortaya koyanların da, ona karşı çıkanların da bence üsluplarına çok dikkat etmeleri lazım. Ben bunlardan hiçbirinin bilerek Türkiye’ye kötülük yapma niyetinde olduklarına ihtimal vermiyorum. Hiç birinin yani. İçlerinden birkaç istisna çıkabilir; fakat o grupların, siyasi gayr-i siyasi o toplulukların içinde, “Biz böyle yapalım da şu Türkiye yerin dibine batsın!” mülahazasıyla bu kötülükleri yapacak karakterde insanın bulunacağına ihtimal vermiyorum. Ne ki, bilmeyerek çok küçük zannettiğimiz, yaptığımız, yapacağımız bazı şeyler vardır ki, sonunda tamir edemeyeceğimiz büyük tahribatlara sebebiyet verir.
Şimdiye kadar çok olmuştur bu. Maceracı bir güruh devletler muvazenesinde önemli bir denge unsurunu, koskocaman bir devlet-i âliyeyi yerle bir etmişlerdir; yedi sekiz senede yerle bir etmişlerdir. Şimdi milletin ümidi haline gelmiş bir Türkiye var, Orta Doğu’da şuuraltı müktesebatı çok zengin; hatta belki Afrika’nın içlerine kadar şuuraltı müktesebatı çok zengin. Gelecekte çok önemli bir fonksiyon eda edecek; bütün müstemlekecilere karşı hakikaten kendi civanmertliğini ortaya koyarak, yeni bir fonksiyon eda edecek.. dünyanın rengini, şeklini değiştirecek koca bir Türkiye... Demokrasisiyle, Cumhuriyetiyle... Bence onu bu şekilde baltalamak hiç doğru değil. Üsluba çok dikkat etmek lazım. Temkinli konuşmak lazım. Kelimeleri seçerek konuşmak lazım. Karşılıklı birbirini hıyanetle itham etmemek lazım, bu da meselenin bir diğer yanı.

“Baskı ve Kavga Olur” Sözleri Provokasyon Hazırlığı mı?Bir diğer yanı; paranoyaya dayalı veya din düşmanlığına dayalı bir kısım tahminler yürütülüyor. Hiçbirinde aklîlik ve mantıkîlik yok. Tamamen paranoyaya dayalı...
Endişe duyduğum bir husus var; herkesin kulağına küpe olsun. Gelecekte bazılarının planlamak istedikleri bir kısım provakasyonlar var herhalde; şimdi onları ihtimal kategorisi içinde öne sürüyorlar, zannediyorum. Yani şimdi bazıları başlarını örtüp üniversiteye girince, başları açık olanlarla yakapaça olacaklarmış gibi ihtimalden bahsediyorlar. Yahu bizim insanımızın aklı başında. Bu meseleyi sağda solda büyüten bir şirzime-i kalil, oligarşik bir azınlık var sadece. Öteden beri belli şeylere hep karışan, belli şeyleri bozan, belli şeylerin rengine, desenine dokunan, onları kirletenlerin dışında -vallahi- açığı kapalısı el ele dolaşıyor. Televizyona baksanız, çarşıda beraberler, arabanın koltuğunda, kanepesinde yan yana oturuyorlar; ağız ağıza vermiş, güzel güzel konuşuyorlar. Açık da var kapalı da var. Hem tam açığı da var. Dekolte kıyafetlisi de var orada, başına bir örtü yerine iki tane örtü koymuş olanı da var. Bakıyorsun ne yüzlerinde ne sözlerinde problem ifade edebilecek bir şey mevcut. Kimse kimseyle yaka paça olmadı, kimse kimsenin saçını yolmadı. Kimse kimsenin entarisine arkadan asılmadı. Hiç olmadı bu bizim milletimizde.
Neye binaen siz bu türlü kavgaların olabileceği konusunda fikir yürütüyorsunuz?!. Millette o duyguyu oluşturmaya mı çalışıyorsunuz?!. “Ne duruyorsunuz, kavga edin!” der gibi bir kısım argümanlar ortaya atıyorsunuz. Bu meselenin bir yanı. Esas, toplum bu mevzuda çok olgun. Ne çarşafsızı çarşaflıya ilişti, ne de kapalısı açığa. Fakat, gidip bir yerde çarşafı yakma mevzuuna gelince; bizim toplumumuzun bir dönemde çokça giydiği, en azından köyde kentte giydiği, geleneksel, milli bir örtümüze, tesettürümüze karşı böyle bir şey yapıldığından dolayı, çarşaf giymese de yerinde rahat duran insanlarda bile tepki duygusu uyarırsınız. “Yahu bize aitti” derler. Senin nenen de, nenenin nenesi de, öbürü de çarşaf giyiyordu bir dönemde. Manto yoktu, daha sonra manto oldu, ona da kimse bir şey demedi. Şimdi, görülüyor ki hep tahrik bunlar; mutlaka toplumun değişik kesimlerini karşı karşıya getirme.. o çarşaf yakma da öyle... Başörtüsü de yakabilirler bir yerde. Dolayısıyla, belki başı örtülü olanı da yakmayı düşünenler vardır, başka bir yerde.
Ne var ki, bazıları eski hasımlar gibi aynı kötülükleri yapmaya kalkışsalar da, karşı taraf kendi vatandaşına Sütçü İmam’lığa kalkmamalı. Onların yaptıkları o çirkin tavır, davranış ve saldırganlığa, hezeyana varan saldırganlığa aynıyla mukabele etmemeli.. mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesine girmemeli... Hani birisi öyle demişti: “İdarecilerin akılları başlarına geleceği âna kadar biz başı kapalıyı üniversiteye sokmayız!..” Ben de şöyle diyeyim: Her şeyi birbirine karıştıran bu insanların akılları başlarına gelinceye kadar, Hazreti Mevlana gibi kollarımızı açıp bunları bağrımıza basacağımız vaadinde bulunmalıyız. Kat’iyen kendi insanımıza karşı Sütçü İmam’lığa kalkmamalıyız. Sokakta, çarşıda, pazarda meseleyi mülayemetle halletmeye çalışmalıyız.

Büyük Tehlike
Esas tehlikeli olan şey şudur: Bir kısım provokatörler hazırlanır... O kanun çıkar ya da çıkmaz ayrı mesele, bizi alakadar etmez; o parlamentonun meselesi. Herkes okusun, başı kapalı olduğundan dolayı kimse mahrum edilmesin; başı açık gelen de okumadan mahrum edilmesin, yazık olur... Herkese okuma hakkı tanınsın. Siz neyi doğru olarak görüyor, neyi doğru biliyorsanız, eğitim sistemi içine onları koyarsınız ama dayatmazsınız; teklif edersiniz, onlara öğretirsiniz; isteyen kabul eder, isteyen de etmez. İsterseniz üniversiteye gelen insanlara dersiniz ki, “Bu iyi değil, bu medeni değil, çağdaşça bir giyim değil; bu, çağdışı bir giyim” dersiniz. İkna ederseniz, onlar da başlarını açarlar orada. Nitekim bir dönemde bir yerde olmuştu zaten, ikna odaları icad etmişlerdi. İsterseniz öyle yaparsınız; siz demokratik telakkinize, cumhuriyet telakkinize uygun buluyorsanız (!) onu da yapabilirsiniz. Ona da kimse bir şey demez...
Evet, esas tehlikeli olan şey şudur: Başı kapalılar içine de bazılarını sokarlar; başlarını kaparlar ama onlar provokatördürler esasen. Arabanın içinde, üniversiteye girerken veya caddede yürürken bir başı açığa saldırtırlar onları. Bir güzel tutar, saçlarını çekerler onun... Emin olun, bunca şirretlik yapanlar aklınıza gelmedik daha ne şirretlikleri yaparlar; bunu da yapabilirler. Sınıfta kalkar taş atarlar öbürüne, hissiyat galeyanına sebebiyet verirler; tahrik ederler.
Oysa ki, şimdiye kadar dışta örttüğü halde orada başını açıp okula devam eden o kızcağızların kimseye karşı böyle olumsuz, vahşice, hezeyan diyebileceğimiz şekilde hiçbir tavrı olmamıştı. Hiç duydunuz mu böyle? “Sizin yüzünüzden bizim başımız açılıyor; biz inanıyoruz bunun Allah’ın emri olduğuna ve dolayısıyla sizin yüzünüzden Allah’ın emrine muhalefet ediyoruz.. bizi böyle bir şeye zorluyorsunuz!” diyen, karşı koyan, o hocalara itiraz edip kavga çıkaran kimse çıktı mı?!.
Fakat bunu yaparlar; birkaç tane başı açık provokatör bulurlar, birkaç tane de başı kapalı provokatör bulurlar; üniversitenin içinde de, içeriye girerken de, kapıda da, o filitrasyon merkezlerinde de, arabaların içinde de, caddede de, her yerde provoke edebilirler bu meseleyi. Onu ona saldırtırlar, onu da ona saldırtırlar; tâ şimdiye kadar bir kısım kehanetlerde bulunan paranoyakları haklı çıkarmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Onların kendilerini haklı çıkarmak için bu mevzuda mutlaka yapacakları bazı şeyler vardır. Bana göre şimdiye kadar olan şeylerden daha tehlikelisi budur. Böyle bir şey yaparlarsa, o zaman toplumda hafizanallah çatlamalar olur.
Onun için inanan insanlar soğukkanlı davranmalılar, inanmasa bile bu ülkeyi seven insanlar da soğukkanlı davranmalılar. Kavga vesilelerini görmezlikten gelmeliler. Zira böyle baş örtmekle cumhuriyet gitmez. Duruyor cumhuriyet yerinde. Ve onlar da zaten cumhuriyet diye başlarını örtüyorlar.. Cumhuri bir idare var diye. O idare içinde onlar da kendilerine bir yer belirlemişler. Birileri başını örttüğünden dolayı, demokrasi “Ben gidiyorum, bir daha gelmem; ben bu memlekete ve size küstüm!” demez. Oturmuştur bunlar. Ve onlar bu mevzuda demokratik hak ve hürriyetlerini kullandıklarını düşünüyorlar. Evet, dolayısıyla onlar da demokrasinin gitmesini istemezler. Demokrasi de gitmez onunla. Laiklik öyle küçük meselelerle hemen kalkıp, başını alıp bir tarafa gitmez. Oturmuş bir meseledir.

Körler ve TopallarBurada yine istidradi bir şey arzedeyim: Laiklikten bahsediyorlar; hem de ilim adamı konuşuyor bunu; “Efendim, üniversiteler ilim yapma yeridir, burada dinle beraber olmaz bu mesele.” Burada da ayrı bir çarpıklık, aykırılık var. Kartezyenci düşünce çok erken dönemde “Din ile ilim mezcedilir mi, bunlar imtizac eder mi etmez mi?” meselesinin üzerine gitmiştir; bu meselede saha ve alan belirlemesi yapıldığını anlatan çok kitap var. O meseleyi kesmiş atmışlar, bitirmişler. Bakın, din ile ilim alanı meselesi ayrı bir meseledir; din ile laiklik mevzuu daha başka bir meseledir.
Öyle anlaşılıyor ki; bazı hocalar, laiklik mevzuu ile bir yönüyle din ilim mevzuunu birbirine karıştırıyorlar. Alakası yok bu meselenin. Tenakuz içindeler bu adamlar. Laiklik din işi ayrı, devlet işi ayrı demişler, avamca; o mevzuda elli tane tarif var, halk genelde bunu böyle biliyor. Din devletin işine karışmamalı, devlet de dine karışmamalı. Din ve devlet işi ayrılmış. Diyanet zaten devletin işine karışmıyor; hariciye şöyle yapsın, dahiliye böyle yapsın. Maliye Bakanlığı şöyle yapsın, bu bankalar şöyle olsun, finans kurumu böyle işlesin, maliyenin stratejisi şöyle olsun... Karıştığı yok bunlara. İnşaallah devlet de dinin işine karışmıyordur, inşaallah. Bazıları “karışıyor” diyorlar; “Bazen kadro vermiyor.” diyorlar... İşte bu türlü meselelerde karıştıkları gibi, dinin işine karışıyorlar, müslümanların şahsen dinlerini yaşamalarına bazıları devlet adına karışıyorlar. Devlet adına kendilerine vazife çıkarıyorlar ve karışıyorlar bazıları.
Evet, şimdi o din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması meselesi, laiklik mevzuu içinde düşüneceğimiz mesele. Tariflerindeki nüanslar, uzmanların ele alıp üzerinde duracakları bir şey. Ama diğer taraftan, o bir kısım hocaların konuşmalarına bakılınca, sanki işin içinde din olunca, dini hayat olunca, insanlar kapalı üniversiteye gidince ilim yapamayacaklarmış gibi bir düşünce var. Yanlış düşünüyorsunuz bu mevzuda!.. O başka, laiklik başka bir mevzu. O din ile ilmin birbirinden ayrılması mevzuu. O da; Hristiyanlık, ilmi hakikatlarla kendi esaslarını telif edemediğinden asırlarca süren iç kavgalara karşı Descartes’ın o mevzuda ortaya attığı bir düşünceydi; bir alan belirlemesi diyebiliriz avamca. Siz kendi alanınızda kalın, falanlar da kendi alanlarında kalsın. Bakın bu ikisi birbirinden farklı. Evet, bağışlayın avam ifadesiyle diyeceğim; böyle meseleyi çarpıtarak bir yutturmaya gitme gibi bir şey var.
Ayrıca; o mesele Batıda zuhur etmiş. O Batının problemiymiş. Batının problemi şu: Onların din adına ortaya koydukları şeyleri ilimle telif etme imkanları yok. İlim adamları ona itiraz ediyor, din adamları da “hayır bu böyledir” diyorlar. Mesela, Galileo Allah’a inanıyor ama “dünya dönüyor” dediği için onu idama mahkum ediyorlar. Newton Allah’a inanıyor. Einstein Allah’a inanıyor; cahili kör, öbürünü de topal sayıyor. Şimdi insanları yeniden körleştirmenin, topallaştırmanın alemi yok.
İslamiyete gelince; İslam ilme öyle teşvik ediyor ki, iç içe ilimle. Dolayısıyla, öyle Kartezyence bir mülahazayla ilim din ayrımına ihtiyaç yok. Her yerde ilmi teşvik ediyor. “Çin’de de olsa gidin alın” diyor. Tecrübeye çok önem veriyor. Ve ilk dönemler itibariyle İslam’ın bu mevzudaki temel esprisini çok iyi kavrayan ilim adamları yetişiyor. İlim tarihine bakın; Haydar Bammad icmali olarak yazdı, daha sonra niceleri nice kitaplar yazdılar bu mevzuda. İlim bizde zuhur etmiş. Harizmîlerden İbn Sinalara kadar, Razilerden Zehravilere kadar.. bir sürü insan yetişmiş. Adam hem cerrah, hem psikiyatrist, hem psikolog... Bizde olan ilim Batıda hiçbir zaman olmamış. Batı bizde ulaşılan noktaya ancak beş asır sonra ulaşabilmiş, o dinamikleri değerlendirerek bir rönesans gerçekleştirmiş.
Bu açıdan da, bizim öyle bir problemimiz yok. İlim din çatışması, aynı zamanda ilim erbabı ve din erbabı çatışması diye bir meselemiz yok. Hususiyle bizde âbâ-i kenâise diye bir şey yok. Biraz evvel istidradi olarak arzettim; sadece bir maslahata binaen, -o maslahat da maslahat-ı muhakkaka, makbule değil, maslahat-ı mürsele- toplumumuzun şu andaki durumu itibarıyla, konjonktürel olarak Diyanet gibi bir müessesenin birleştiriciliğine, yönlendiriciliğine ihtiyaç var. Yoksa onlardan hiçbiri kutsal değil. Bizde “Falan adam, şunca Diyanet İşleri Başkanlığı yaptı; gelin onu bir din heyeti olarak, âbâ-i kenâise gibi aziz ilan edelim, onu kutsal yerlerden bir yere de gömelim, ondan sonra da gidelim ruhundan istimdatta bulunalım!” Yok böyle şeyler bizde. Bizde bir din adamıyla halktan birisi arasında fark yok. Belki birinin dinî ilimlere saygısının gereği bazı şeyleri ondan alması, kendine göre ona saygı duyması meselesi var; o da milli terbiyemizin gereği. Bizde olmayan şeyler bizde varmış gibi böyle bir din ilim ayrımı meselesi -bu özür dilerim, bazen terbiye sınırlarını bozuyorum, bir kere daha bozacağım, beni burada dinleyenler de başkaları da bağışlasınlar- işin doğrusu bilmezliğin ve cehaletin daniskasıdır. Laikliğin öyle din ve ilim ayrımına karıştırılması meselesi ve bunun koca koca adamlar tarafından kalkıp söylenilmesi, bizde ilmin nerede olduğunu göstermesi açısından şahit istemeyen, açık, bariz, beyyin bir delildir. Allah insaf u iz’an ihsan eylesin.

Yorumlar

  1. Edirne sana pek öğretici olmamış sanırım .. Bilim insanı-nın dayandırdığı temellerede bir bakın..!:) Yarı arapça yazışından her şey ortada zaten .. Edirne nin köylerini gezmeni dilerim , oradaki yüz yıllardır süren adetleri , emevi kültürü olmadan nasıl insanların Din-i bütün, huzur içinde, mutluluk içinde yaşadıklarını bir gör..! Ve Kadın-larımıza 21. yüzyılda kefen giydirmenin yandaşlığını bir kenara bırak , insanların zihinlerindeki kör cehaleti ne ile örteceksin onu düşün.. 570 yıllardan bu yana çok şey değişti arkadaşım .. Çıkar uğruna Tanrı sevgisi işin özü değildir ...

    "BilinçlenmE" <-- temel nokta..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

"anabilim dalı" mı, "ana bilim dalı" mı? hangisi doğru?

House M.D.